Ölümü Güzelleştiren İnsan / Mevlana'nın Kişilik Çözümlemesi

Namazı "ikâme eden" büyükleri taşıyacağız sayfalarımıza. Sahabenin, peygamberin namazı, velîlerin, Allah dostlarının namazı..

Moderatörler: sitare, kardelenim, Divane, beyaz dilekce, fyznur, gülümse, kelimat, my, Huucu, gulce

Cevapla
Fikr(et)

Ölümü Güzelleştiren İnsan / Mevlana'nın Kişilik Çözümlemesi

Mesaj gönderen Fikr(et) » 25 Ara 2006, 11:48

ÖLÜMÜ GÜZELLEŞTİREN İNSAN
-Mevlana'nın Kişilik Çözümlemesi Üzerine bir Deneme-
Resim

1. Bölüm

Yunan filozoflarından Epiktetos, dünyayı bir tiyatro sahnesine, insanları da efendilerinden izinsiz kaçmış, tiyatro seyretmeye gelmiş esirlere benzetir. Sahnede fevkalade güzel bir piyes temsil edilmektedir. Esirler bu eşsiz piyesi seyrederlerken bir taraftan da gözleri kapıya doğru kaymakta, her an efendilerinin geleceğinden ve kendilerini cezalandıracağından endişe duymaktadırlar. Bu endişe nedeniyle ne ortaya konan eseri anlayabilirler ne de onun insana vermek istediklerini.
Cennet’ten kopup dünyaya geldiğimizden bu yana bu endişe hali bizi hiç terk etmedi. Hayatımızı idame ettirmeyi düşünürken, onun esiri oluverdik. Bitmek bilmeyen yoğunluklarımız baş gösterdi. Şimdi her birimizin yetişmek zorunda olduğu bir yer, başarmak zorunda olduğu bir iş var. Bu sebeple ne sahneye konan piyesi ne de etrafımızdaki şaheserleri ve onun yaratıcısını düşünemiyoruz.
Geleneksel benlik bizi kendi aslımızdan, yani hayat ile birleşmekten ayırmıştır. Ayrılığın farkına varan insan ancak, bilincini boşaltmak, bilinçaltını açığa çıkarmak, varlığının bilincine varmak ve “farkında olma” durumunu yaşamak suretiyle, hayatın aslını kavrayabilir. Değeri aradığı şeyle ölçülen insan için Fihi Ma Fih “Herşeyi aramadıkça bulamazsın. Yalnız bu dost müstesna. Çünkü O’nu bulamadıkça aramazsın” diyerek insanı gerçek benliğini aramaya teşvik etmiştir.
Bu arayış, insanın kendini arayışıdır.
Bu arayış yaşarken ölmek, ölüp ikinci kez doğmakla sonuçlanan bir
arayıştır.
Bu arayış, ayrılığın vuslata dönüştüğü bir arayıştır.

Hacı ve Hristiyanları baştan başa araştırdım.
O haçta değildi.
Putperestlerin tapınağına, eski pagodaya gittim;
Ona dair biz iz yoktu orada da.
Herat Dağı’na ve Kandahar’a gittim;
Baktım oralara: O, o tepede ve o vadide de değildi.
Kaf Dağı’nın zirvesine çıktım;
Fakat orası sadece Anka Kuşu’nun meskeniydi.
Arayış için çevirdim dizginlerimi Kabe’ye;
O ne yaşlıların ne de gençlerin toplandığı yerdeydi.
İbn Sina’yı, O’nun varlık düzeyini sorguladım
O, İbn Sina’nın bilgisinin hudutları içinde de değildi.
Kabe Kavseyn’e çıkmayı başardım
O yüce sarayda da değildi
Gözlerimi kalbime çevirdim
Oradaydı
Başka bir yerde değil…


İnsanlık tarihinde evrensel varlık düzeyine çıkıp aslını bulan insanlardan biri de 13. yüzyıl mutasavvıflarından Mevlana Celalettin-i Rumi’dir. Onun bu arayışını tahlil etme elbette ki hepimizin bireysel keşiflerimizde yol gösterici olacaktır.
Güvenilir tarihi kaynaklar bize, padişahlar, şehzadeler ve vezirlerin de içinde bulunduğu dört yüz kişinin onun sohbetlerine katıldığını, kendisinin vefatından sonra yerine geçen oğullarından birinin zamanında Mevlana’nın on bin müridi olduğundan bahseder. Öğrenim kariyeri boyunca öyle görünüyor ki, Mevlana, kendi devrinde geçerli olan hayatın çeşitli anlamlarının farkına tedricen vardı, halk arasında geleneksel değerlere inanma, belli bir dine dogmatik olarak bağlanma, aklın peşine düşme ve nihayet hakikati bulma gibi… Bu hayat yollarının hepsini sindiren Mevlana bunların yetkin bir temsilcisi olmuştur. Mevlana’nın içinde bulunduğu ruh halini ve izleyicilerine ilişkin tavrını Fihi Ma Fih adlı eserinden izleyebiliriz:

Halk benden öğretmemi, kitap yazmamı ve vaaz etmemi istiyordu. Fakat Emir Pervane (Konya Emiri) “Önemli olan eylemdir” diyordu ve benim de ona cevabım “benim kendilerine eylemi öğreteceğim insanlar nerede?” olmuştu. Sen kelimeleri talep ediyorsun ve kulaklarını bir şey işitmek için çeviriyorsun. Eğer ben konuşmazsam sen üzüleceksin. Dünyada biz kendisiyle birlikte olmak istediğimiz bir eylem adamı arıyoruz. Biz eylem alıcısını değil, sadece kelime müşterilerini gördüğümüzden kendimizi kelimelerle meşgul ederiz. Eylem adamı değilsen, eylemi nasıl bilebilirsin ki? Eylemi ancak eylemle biliriz. Bilimi sadece bilimle, şekli şekille, manayı manayla anlayabiliriz. Biz davranışta bulunursak insanlar, bizi nasıl algılar ve bizi yolda nasıl görür? Doğrusu bu davranış namaz ve oruç değildir. Bunlar davranış biçimleridir, davranış içseldir ve anlamı konu edinir. Hz.Adem’den Hz. Muhammed (sav)’e kadar oruç ve namaz bu şekilde değildiler ve sadece davranış (amel ) olarak yapılıyorlardı. Bu sebeple davranış, insanların düşündüğü gibi değildir. Onlar davranışın dinin dış şekli olduğuna ve ona karşı gelirlerse hiç sevap kazanamayacaklarına inanırlar…”

Mevlana dini eğilimlere sahip olan kişinin, kendisini, insanın iyiliği ile ilgilenerek dinin özüyle ve özellikle de İslam ile özdeşleştirmesi gereğinden bahseder. Şeriatsız tarikat olmayacağı gibi, özü bilinmeyen ibadetler de yavan olacaktır. Mevlana bu açıdan kişinin Allah’ı dışarıda aramasının bir sonuca varmayacağını, O’nu dışarıda değil içinde aramasını tavsiye eder. Dindar bir kişinin nasıl gönül ehli olduğunu ve Allah ile birleştiğini göstermek için Mesnevi’de Hz. Musa ve çobanın hikayesini anlatır.

Hz. Musa bir gün bir çobanın şöyle dua ettiğini gördü: “Bana nerede olduğunu söyle ki sana hizmet edeyim, ayakkabılarını dikeyim, ayaklarını yıkayayım, elbiselerini yıkayayım, yatağını sereyim, bitlerini öldüreyim… Ey keçilerimi uğruna feda ettiğim!” Musa adama yaratıcısı ile böyle konuştuğu için kızdı ve ona şöyle dedi: “Ayakkabılar ve çoraplar senin içindir; onlar nasıl Allah için olabilir? Böyle konuşmak ruhu öldürür ve defteri karartır.” Çoban cevap verdi: “Ey Musa, ağzımı kapattın ve beni tövbe ile yaktın.” Çöle tövbe için gitti fakat Allah, Musa’yı azarladığı bir vahiy gönderdi: “Ey Musa, benim yarattıklarımı ayırdın. Sen onları birleştirmek için mi ayırmak için mi geldin? Her kişinin kendi ifade biçimi vardır, onun için bu övgüdür, senin için yergi. Ben gönülleri ile ilgiliyim, dil ve konuşma ile değil. Kalp özdür (cevher), konuşma araz…”

Mevlana, tasavvufa karşı hayranlığı olan ve tanınmış bir kelam alimi olan babası Sultan’ul Ulema Bahaddin Veled’in mesleğinde ve yolunda yetişmişti. Bu sebeple Mevlana hayatının ilk yıllarında, babası başta olmak üzere birçok fakih ve dini liderin etkisinde kalmıştır. Mevlana’nın babası güçlü Alaaddin Harzemşah’ın sarayı ile çelişkiye düşse de, geleneksel İslami değerlere bağlıydı. O, korkak alimlerden değildi. Hükümdarların bile yüzlerine karşı hatalarını söylerdi. Nasıl ki Şeyh Sa’di hiç korkmadan Bağdat’ı yakıp yıkan Hülagu’nun yüzene karşı “Sen zalimsin” diye bağırdı ise, Sultan’ul Ulema da Harzemşah’ın yüzüne karşı yürüdüğü yolun şeriat yolu olmadığını, sapıklık olduğunu söylüyordu.

Yunan felsefesinin etkisi altında kalan alimleri ve padişahları da uyarıyordu. Normal insanlar, ona manevi bir lider olarak saygı duyuyorlardı fakat merkezi yönetim ile uyum içinde olan birçok alimin nefretini kazandı. Bahaddin Veled hazretleri Necmeddin Kübra’nın halifelerindendi yani Sultan’ul Ulema Kübreviyye tarikatı mensubuydu. Harzemşah’ın ise Kübreviyye tarikatı ile arası iyi değildi. Felsefi düşüncelere kapılıp akla değer verenlerin şeriat yolunda olmadıklarını çekinmeden vaazlarında söylüyordu. Halk üzerindeki etkisi nedeniyle ve muhtemelen Moğol istilasını tahmin etmesinden dolayı, babası ve ailesinin 1219’da Belh’den göç etmeleri gerekiyordu.

Sultan’ul Ulema, Feridüddin Attar hazretleri ile karşılaşmıştır. Derler ki bu buluşmada Feridüddin Attar hazretleri, Celalalettin-i Mehmed’in manevi büyüklüğünü sezmiş de babasına, “Umarım ki senin bu oğlun, yakın zamanda, alemde ilahi aşkla yanacak gönüllere ateş salacaktır” demiş ve Esrar-name adlı kitabını armağan olarak vermiştir. Ortadoğu’daki önemli merkezleri ziyaret ettikten sonra, sürgün edilmiş aile, Batı Selçuklu Alaaddin Keykubat’ın başşehri olan Konya’ya gelmiştir. Selçuklu sultanı, aziz misafirini sarayda hazırlattığı daireye götürmek isteyip orada oturmasını rica etse de Bahaddin Veled hazretleri “İmamlara medrese, şeyhlere dergah, emirlere saray, tüccarlara han, gariplere kervansaray yaraşır” diyerek şehrin en büyük medresesi olan Altun-Aba’da misafir edilmiş ve Konya’ya yerleşmiştir.

Mevlana babasından o zamanın ilmini öğrendi; onu, konuşurken ve davranırken izleyerek belirgin kişilik özellikleri geliştirdi. Ayrıca halk böyle mütemayiz bir ailenin örnek bir hayat ortaya koymasını ve toplumsal değerleri yaymasını bekliyordu. Bu sebeple başlangıçtan itibaren insanlar ona saygı besliyorlardı ve Mevlana önemli bir manevi lider olmaya başlayınca bu saygı giderek arttı. 21 yaşında evlendi ve iki erkek çocuğu oldu. Daha sonra eşinin vefatı üzerine yaptığı ikinci evliliğinden de biri kız diğeri erkek olmak üzere iki çocuğu daha oldu.
24 yaşına geldiğinde İslam fıkhında ve kelamda belli bir düzeyde şöhrete ulaşmıştı ki bu dönemde babasını kaybetti. Babasını kaybeden Mevlana, içinde büyük bir boşluk duyuyordu.

Çünkü o, yalnız bir baba kaybetmemişti, bir şeyh, bir mürşit, bir gönül dostu, ilim ve fazilet timsali bir insan-ı kamili kaybetmişti. Her ne kadar Sultan’ul Ulema’nın müritleri tarafından bir şeyh bir pir olarak tanınıyor, genç yaşta zamanın en büyük alimi sayılıyor, etrafında hayli ilim ve irfan meraklısı toplanıyorsa da o, kendini babasının yerine koyamıyor, manevi yalnızlığını hissediyordu. Mevlana bu makamda bir yıl görev yapmış, bu sırada babasının öğrencilerinden biri olan Burhaneddin Tirmizi Mevlana’yı ziyaret etmiştir.

Hz.Mevlana’nın oğlu Sultan Veled, İbtidaname adlı eserinde Seyyid’in Konya’ya gelişini ve Mevlana ile buluşmasını anlattıktan sonra, onun eski talebesine şunları söylediğini yazmaktadır: “Bilgide eşin yok. Üstün ve seçkin bir kişisin, fakat baban ‘hal’ sahibi idi. Sen de sözünü bırak da ‘hal’ine sahip olmaya bak. Bu hususta çalış da onun yalnız ilmine değil, manevi yönüne de varis ol. Güneş gibi alemi aydınlat, karanlıkta kalanlara, Muhammed’i yoldan çıkanlara yol göster.” Burhaneddin Tirmizi ile 9 yıl geçiren Mevlana hocasının isteği üzerine, din ve şeriat bilgisini derinleştirmek için Halep ve Şam’a gitmiştir. Şam Moğol istilası yüzünden kaçıp gelen bilginlerle, sufilerle dolmuştu. İlahi kudret, ilerde eşsiz bir sufi olacak, ledün ilmine Mesnevi gibi eseri ile hizmette bulunacak Hz.Mevlana’nın yetişmesi için herşeyi hazırlamıştı. Gerçekten Şam, o devirde velilerin toplandığı bir ‘veliler şehri’ olmuştu. Öyle ki burada İbn Arabi ile tanışmış, onun eserlerinden istifade etme imkanı bulmuştur. Burada 4 yıl kalan Hz.Mevlana döndükten sonra beş yıl kelam öğretmiş, Burhaneddin Tirmizi’nin vefatıyla da manevi rehberlikte bulunmuştur. Bu şekilde onun çeşitli gruplarla (Türkler, Rumlar, İranlılar, Araplar) olan ilişkisi insanın zayıflıklarının ve gücünün kaynağı konularında kendisine basiret kazandırdı. Doğal farklılıklar sebebiyle insanın çok farklı yollar izleyebileceğinin farkına vardı. Öyle ki, bunu Fihi Ma Fih’de şöyle belirtmektedir:

Kurtuluş, meleklere gerçek bilgiyle; hayvanlara da gerçek cehaletle geldi. İnsan bu iki çelişki arasında bulunur. Bazı varlıklar evrensel aklı izler ve onlar tamamıyla melekleşmiştir. Işık gibi saf, korku ve ümidin etkilerinden güvenlik içindedirler. Bazılarının içgüdüleri kendilerine hakim olmuş ve tamamıyla hayvanlaşmışlardır. Bazıları ise çelişkide kalmaya devam ederler. Bu son grup iç acıya, üzüntüye ve endişeye sahiptirler; içinde bulundukları durumdan mutmain değildirler (doyum sağlamamışlardır) Onların faziletleri, onlara rehberlik yapıp kendileri gibi yapmak isteyen ermiş kişileri çeker. Şeytanlar da onları en aşağı duruma düşürmek için beklemektedir.

O, bilginin tek başına insanı değiştirmediğini ve buna bağlı olarak öğrenimin de bireyin kişiliğini büyük ölçüde geliştirmediğinin farkına vardı. İnsanın davranışı, tavrındaki değişim ile ilişkili olarak değişir. Olumlu duygulara sahip olunca insanın düşüncesi netleşir. Her ne kadar insanların inançları birbirinden farklı ise de, onlar temelde benzerdirler. Kutbeddin Muhammed Şirazi kendi Makalat’ında Mevlana’nın bunu samimi olarak savunduğunu söylemektedir.

Bir gün, aralarında Müslüman olmayanların da bulunduğu bir gruba konuşuyordum. Konuşmanın ortasında ağlamaya başladılar ve vecde geldiler. Müslümanların sadece binde biri neden ağladıklarını anladı. Ondan sonra üstad şöyle dedi:
Her ne kadar onlar bu sözlerin içsel ruhunu anlayamıyorlarsa da, onun altında yatan duyguyu kavramaktadırlar ve işte meselenin esası da budur.
Her insan Allah’ın birliğini farklı biçimlerde kabul eder. Buna rağmen herkes bir amaçta (Kabe) birleşmiştir. Kalpler Kabe için yoğun bir sevgi besler ve her kişi bunu yaşar.


Mevlana iman sorununu anlamanın, ayrılıkların kaynağını ortadan kaldıracağına inanıyordu. O, birliğin tamamen farkında olarak, İslam mezhepleri ile Yahudilerin, hristiyanların, Zerdüştlerin ve diğer dinlerin mezhepleri arasındaki sürtüşmeler konusunda endişe duyuyordu. Sosyal düzende bu doğal farklılıkları gözlemleyerek yetmiş iki fırkadan her birinin diğerinin varlığının farkında olmadığından şikayet ediyordu. Fihi Ma Fih’de şöyle sormaktadır:

(…) Sünni, Cebriyecinin farkında değildir. Öte taraftan Cebriyeci, Sünnilerden etkilenmemiştir. Onların yolları birbirine zıttır. Cebriyeci, Sünninin kaybettiğini söyler. Sünni, Cebriyeci neyin farkındadır ki?

Mevlana birlik dünyasındaki insanı hepsi üzüm satın almak isteyen bir İranlı, bir Türk, bir Arap ve bir Yunanlının hikayesiyle anlatmaktadır:

İranlı engur istediğini söyledi; Türk, üzüm; Arap, ineb ve Yunanlı, İstafil… Bilgisizlikten dolayı bir kavga başladı.

Mevlana onların istek ve cevaplarını benlik hazinesinin kapısına vurulmuş sayısız anahtarlara veya insanın dağ geçitlerinde yolunu bulmasını zorlaştıran kasırgalara benzetiyordu. Mevlana, insanın içinde sabırsızlığa sebep olan kuvveti keşfetti. Eğer doğru bir şekilde kullanılırsa, gizli bir enerjiye sahip bu güç, sonsuzluğa doğru hareket edecekti. Mevlana bu görünmez gücü, insanın geri kalan bütün evrenle paylaştığı bütün formların sebebi olarak görmekteydi. Öyle görünüyor ki o, manevi ve maddi dünyanın altını idrak ediyordu. Bu görünmez güçten, insanın ortaya çıkışı ile sonuçlanan cazibe, aşk, büyüme ve gelişme ortaya çıkar. Bu sebeple bilinçaltının büyüme alanında evrensel benlik insanda gelişir ve bunun da esasını, onun huzursuzluğunun kaynağı oluşturur.

İnsan acı çeker, ısrar eder ve talep eder. Yüz binlerce dünyaya sahip olsa da huzur bulamaz. İnsan kılı kırk yarar bir biçimde her türlü işle ve zanaatla uğraşır. Çok çeşitli görevlerde kendisini meşgul eder. Arzu ettiği arzu nesnelerine ulaşamadığı için astronomi ve tıp alanlarını öğrenir. Normalde insan sevdiğine ‘kalbimin huzuru’der. Hal böyle olunca insan, başka bir şeyde nasıl rahat ve huzur bulur?
Bütün bu zevkler ve meşguliyetlerin hepsi merdiven gibidir. Çünkü insan merdivenin basamaklarına yerleşip yaşamaya kalkışmaz, geçicidir oraları; ne mutlu ona ki, bu gerçeğin farkına varmak için yeterince erken uyanır. Böyle biri için uzun yol kısalır ve hayatını merdiven basamaklarında boşuna harcamaz.

İşte bu sıralarda, Mevlana’nın hayatında büyük değişiklik yapan bir hadise oldu. Tebrizli Şemseddin Konya’ya geldi. Dersleri ile meşgul olan büyük bilgin Mevlana’yı, bu gelen Tebrizli Şems adındaki garip zat, kendinden geçirdi, coşkun bir hak aşığı haline getirdi. Ali b.Melekdad oğlu , Mevlana’dan 22 yaş büyük bir zattır Şems.

İsmaili olan bir aileden gelmektedir. Her ne kadar hayatının ilk dönemi hakkında fazla bilgi yoksa da, tasavvuf eğitimini doğduğu şehirde (Tebriz’de), sepet örücüsü Ebu Bekr Zenbil Baf’tan aldığı bilinmektedir. Bir yere bağlanıp kalmadığı, çok yer dolaştığı için ona Şems-i Parende (Uçan Şems) denmiştir. Büyük bir veli olduğu halde kendini ve kerametlerini herkesten gizlemiş, şehirlerde tanınmadan yaşar, tanınınca hemen o şehirden kaçarmış. Öyle görünüyor ki, Şems, üstadının, hayatın sırlarını çözmek için artık kendisine rehberlik yapamayacağı bir varoluş düzeyine ulaşmıştı.

Bundan sonra O, Sokrates gibi, kemale ulaştırılmış sesini duymaya başladı, yani tamamıyla bütünselleştirilmiş insan sesini… O, seyahat etmeye ve sesinin gerçek olup olmadığını anlamak için en ünlü alimlere soru sormaya başladı. Yıllarca başarısız kalan, cana yakın bir ruh arayışından sonra, en nihayetinde, kendi potansiyel ruhunu bulduğu Mevlana’ya rastlar. Mevlana Mesnevi’de ondaki mükemmellik seviyesini “bireysizlik içinde bireysellik” olarak tanımlar. Şems’in nitelikleri sadece benzer bir tecrübe yaşayan ve bu tecrübeyi nesnelleştirme yeteneğine sahip biri tarafından belirtilebilir. İşte bu insan, belli başlı eserlerinden biri ve bütün kişiliğinin ifadesi olan Divan-ı Şems’i, Şems’e ithaf eden Mevlana’nın kendisi idi. Mevlana’nın büyük oğlu Sultan Veled, İbtidanamesi’nde “Mevlana, Şems’in nurlu yüzünü görünce birçok sırlar ona açıldı. Adeta Şems’in yüzünün nurunda yok oldu” diye yazmaktadır.

Mevlana her ne kadar kelimelerin onu hakkıyla tasvir edemeyeceğini belirtiyorsa da, kendini Şems’in imajıyla özdeşleştirmeye çalıştığı beyitlerde Şems’in karakteri hakkında daha fazla delil bulunmaktadır. Ona göre Şems, sırların sırrıdır veya aydınlanmanın ruhudur. Şems’e göre aşk, hayat bahşetmesine rağmen hiçbir şey değildir. Zira aşk pınarı kendisinin okyanus kadar büyük nezaketinden çıkar. Hak misali o her şeyle bütünleşmiş yaratıcı hakikattir. O, özne-nesne dualizminin üstesinden gelmiş biridir. Mevlana, Şems’in etkisini şöyle belirler:

O, ruh denizinin derinliklerinden düşüncemi uyarınca nurun hayali açığa çıkmaya başladı. Şems göz nuruydu, aklın berraklığıydı, ruhun parlaklığıydı ve kalbin aydınlanmasıydı. Şems aklımı ve dinimi elimden alan evrensel bir insandı. O her türlü mutluluğun (canlı) şekliydi.

Mevlana Makalat’ta Şems’i; arayışını güçlendirmek için kendisine ulaşmanın sırrını anlatan biri olarak; Divan’da ise, çok az konuşan bir insan olarak tanıtmaktadır. Onun Mevlana’ya ilk nasihati, derin iç anlayışının açığa çıkması için dışarıya karşı sağır olmasını istemek olmuştur. Mevlana’nın “Ömer ve Elçi” hikayesinde, kendisinin Şems ile karşılaşmasını anlatıyor olması muhtemeldir. Ömer’i evrensel kişi olarak ve Elçi’yi de mükemmelliğe ulaşmak isteyen kişi olarak tasvir eder. Elçi, halife Ömer’in sarayını ararken, böyle bir sarayın olmadığını ve Ömer’in tek sarayının aydınlanmış ruhu olduğunu öğrenir. Çünkü O, evrensel varoluş düzeyine ulaşmış mübarek bir insandır. Ömer’in ruhsal niteliklerini öğrendikten sonra, Elçi onu görmeyi arzular. Rehber onu hurma ağacının altında uyuyan Ömer’e götürür. O’nu görünce Elçi titremeye başlar, çünkü Mevlana’nın ifadesiyle “Aşk ve korku birbirinin zıddıdır. Elçi bu iki çelişik duygunun onun (Hz.Ömer’in) kalbinde birleştiğini görmüştür”

Mevlana, babasının ve çevresinin etkisiyle kendisinde gelişen benliğin, gerçek benlik olmadığına, fakat gerçek benliğin evrenin onda yarattığı şey olduğuna inanmaya başladı. Öyle ise evrensel benlik, örtüsü kaldırılması gereken bir evren imajı olarak düşünülebilir. Eğer bu, bilinçaltının kendisi değilse, bilinçaltımıza sarmalanmıştır. Oysa geleneksel benlik, bilinci içerir. Tıpkı güneşin kendi varlığının delili olması gibi gerçek benlik de kendi kendisinin delilidir. Her birimiz bazen şu veya bu şekilde bunu tecrübe etmişizdir. Çoğunlukla farkında olmasak bile bir defa dahi olsa onun sesini, çağrısını duymuşuzdur.

Mevlana’nın zevcesi Kira Hatun, Şems gelmeden önce Mevlana’nın tan yeri ağarıncaya kadar, babası Bahaddin Veled’in Maarif adlı eserini okuduğunu rivayet etmekteydi. Halbuki Şems, Mevlana’ya hem babasının kitabını okutmuyor hem de Mevlana’nın pek sevdiği Mütenebbi Divanı’nı, daha başka kitapları da okumasına izin vermiyordu. Çünkü Şems, unutulacak, insana yük olacak, insanın benliğine benlik katacak bilgiye değil, gönül bilgisine, feyz ve cezbeye ehemmiyet veriyordu. “Gönül bilgisi kitaplardan öğrenilmez. İnsan altı bin sene yaşasa, altı kere Nuh ömrüne sahip olsa, yüz binlerce yıl içinde çalışarak elde edilen şey, bir an Allah’la beraber olmak yüzünden elde edilen feyz ile bir olamaz” diyordu. Şems’in Mevlana’ya bu kadar yakın oluşu, onu tesiri altına alışını İbtidanamesi’nde Sultan Veled şöyle anlatır:

“Halk bu bağlılığı, bu vefayı, bu coşkunluğu, bu sevgiyi görünce hasede düştü. Herkes kınamaya koyuldu. Şeyhler, büyükler, yüce kişiler, ‘Bu adam ne biçim bir adamdır ki Mevlana’yı bu hale getirdi. Hiçbirimiz onda bir hayır görmediğimiz halde Mevlana neden onu böyle üstün bir adam olarak tutmada, ağırlamada? Onda ne hal var, ne ilim var! Ona, nazar ehli dememize, gönül gözünün açık olduğuna hükmetmemize imkan var mı?’ diye açıkça onun hakkında dedikodu yapmaya başladılar.”

Şems işin çığrından çıktığını, herkesin kendisine düşman olduğunu görünce, bir gün ansızın kayboluvermiştir. Şems ile Mevlana’nın görüşmesi, Mevlana’nın yeni arzu nesnesi yönündeki ümidini güçlendirdi, yani onda, meşhur bir Müslüman kelamcı olmaktansa, evrensel kişi olma tecrübesini kazanma eğilimini kuvvetlendirdi.
En son Fikr(et) tarafından 25 Ara 2006, 16:29 tarihinde düzenlendi, toplamda 4 kere düzenlendi.

Fikr(et)

Mesaj gönderen Fikr(et) » 25 Ara 2006, 11:51

2. Bölüm

Resim

Hayatta daha yüksek bir düzen olduğunun farkına varma, ruhi bir sıçramayı meydana getirir, bu da bilinçaltının ortaya çıkması ve yeni bir bakış kazanmaya tekabül eder. Mevlana, evrensel benlik konusunda gerçekleştirdiği anlayışı Şems’in var oluş durumu vasıtasıyla müşahede etti. Şems’in rehberliğini tecrübe etmek için ‘kendini şimdi Şems’in gölgesi gibi görüyordu’. Fakat ‘ben’i yani geleneksel benliği ortadan kaldırmak için değişime uğraması gerekiyordu. Mevlana şimdi iki çeşit çelişki ile karşı karşıyaydı. İçsel olarak, ne olduğu ile ne olmak istediği imgesi arasında bir çelişki yaşıyordu.
Dış çelişki, kendisinin, yani değişime doğru giden yeni hayat yolu ile geleneksel hayat yolları arasındaydı. Diğer bir ifadeyle ‘ben’in ortadan kaldırılması, değişmeyi gerektiriyordu ve bu da perdeyi yırtıp atmaya, ruhi engellerin üstesinden gelmeye bağlıydı. Bu perdeler şunlardı:
1. Mevlana’nın toplumsal benliği, özellikle de toplumla ilişkili benliği
2. Bir çok nesilden bu yana din alimi olarak bilinen ecdadın ürünü, geleneksel benliği
3. Adetlerle ilişkili, İslam esasına dayanarak onun hayatına anlam veren dini benliği
4. Zihni benliği – ki felsefe ve mantığa dair inancı oldukça azdı-
5. Dil engeli, bununla beraber o, sessiz varoluş düzeyine ulaşınca iletişim ve ifade için diğer sembolleri kullanabiliyordu.
Kendisi üzerinde tefekkürde bulunmak, bu çelişkileri çözümlemek ve perdeleri ortadan kaldırmak için Mevlana’nın halk liderliğinden vazgeçmesi, geçici olarak kendisini halktan ve arkadaşlarından soyutlaması gerekiyordu. İşte ancak böyle bir durumda, normalde kabul gören hayat durumuna karşı bir eyleme girebilir, toplumsal değerleri yeniden değerlendirebilirdi. Şems de aynı şekilde toplum onu küçümsese bile, Mevlana’nın kendisini bulması için daha önceki bağlarını koparması gerektiğinin farkındaydı. Bütünsellik içinde yeniden doğmak için o, camide halka vaaz etmeyi bıraktı, diğer toplumsal gruplarla ilişkisini kesti ve buna mukabil Şems’le olan ilgisini kuvvetlendirdi. Sonradan, kendiliğinden gelen duygularını sanatsal vasıtalara dönüştüren anlamlı raks, şarkı ve musikiden oluşan sema’ı ihdas etti. Sadece Şems ile iletişim içindeydi.

Saygı duyulan Müslüman bir alim tarafından sema’nın ihdası, Ehli sünnet Müslüman toplumunu sarstı. Onun hayatının bağışlanması bile hayret vericidir, çünkü bu tür karşı koymalar o vakitler pek affedilmiyordu. Hiç şüphesiz, hayatının ilk dönemindeki önemine ilaveten, onun bütün insanlığa olan sevgisi yapılan muhalefetin gücünü dengeliyordu. Böylece yeni hayatına başladı ve oğlunun ifadesiyle “Büyük alim kendisini mükemmele ulaştırma yolunda çırak oldu”. Mevlana’nın Şems’le birlikteliği onu rahatlatıyordu ancak halk bu arkadaşlığı kınıyordu. Elbette Mevlana’nın nasihatlerinden yaralanan sadık takipçileri ve akrabaları, şimdi ihanete uğradıklarını düşünüyorlardı. Mevlana’nın oğlu onların o zamanki tavrını şöyle anlatmaktadır:

Neden bizim liderimiz bize arkasını döndü? Hepimiz, onun zeka ve anlayışta eşi olmadığını bilen sadık takipçileriyiz. O bütün alimlerin sultanıdır. Onun öğrettikleri bizim diğerlerinden soğumamıza sebep oldu. Biz onu meşhur ettik. Onun arkadaşları mutlu ve düşmanları mağlup edilmiştir. Bizim üstadımızı saptıran bu adam (Şems) kimdir?

Ancak, Mevlana kamuoyuna önem vermemeye devam etti ve hatta kendisini Şems’in davasına daha çok adadı. Halk Mevlana’yı iyileştirme başarısızlığına uğrayınca öfkesini Şems’e yöneltti. Onların gözünde Şems bir sihirbazdı. Çünkü meşhur bir alimi ve bir halk önderini bu kadar kolay değiştirdiğine göre elbette bazı sihirli güçlere sahip olması gerekirdi. Gerilim artarken, Şems belki de Mevlana’nın görevle ilgili sebatını ölçmek için ayrılacağını ifade etti. Halktan soyutlanan Mevlana için Şems tek psikolojik güvence idi. Şems onun çok yakın arkadaşı, vücudunun ışığıydı. Onlar ki iki vücuda bir ruh idiler.

Şems’in ayrılmasıyla Mevlana’nın arayışının yoğunluğu ve endişesi arttı. Halk Mevlana’nın daha önce bulunduğu mevkiine geri dönmesini bekliyordu. Ancak o bunun yerine sema ile halktan soyutlanmış hayatına devam etti. Elbette Şems Konya’dan dediği gibi ayrıldı. Şems kaybolduktan sonra Mevlana perişan oldu. Sultan Veled babasının bu halini anlatırken, “Mevlana, onun ayrılığından adeta deli oldu. Fetva veren şeyh aşkla, şair kesildi” diye yazar.

Halkın sözcüsünün özür dilemesi üzerine Mevlana Şems’i aramak üzere Şam’a gitti. Şam’da Şems’i bulamadı ama onun sırrının hakikatinin, kendi varlığında doğduğunu gördü ve dedi ki: “Beden bakımından ondan uzağız fakat, cansız, bedensiz, ikimiz de bir nuruz. İster onu gör, ister beni…Ey arayan kişi ben oyum, o da ben…”Şems’e göre, hakikate varmak, ancak sünnet-i seniyyeye uymakla gösterişten uzak, hal ehli olarak, sözde kalmayarak, inandığını yaşayarak, ilahi aşkla mümkündür. Şems de Mevlana gibi Hazret-i Peygamber Efendimiz’in (sav) aşığıdır. Hazret-i Mevlana, “Ben Muhammed-i muhtarın yolunun toprağıyım” dediği gibi Şems de, “Mustafa’nın (sav) en küçük ve ehemmiyetsiz gibi görünen bir hadisini Kuşeyri Risalesi ve onun gibi en önemli kitaplara değişmem, peygamberin hadisleri karşısında, onların hepsi de tatsız ve zevksizdir” diyor.
Görülüyor ki şeriata bağlılık, dini taklitten tahkike çıkarmak, gösterişten uzak, aşk ve iman yolunda yürümek hususunda,
Mevlana ile Şems arasında bir birlik vardır. Meşrep bakımından bazı farklar bulunabilir. Mevlana temkinlidir, Şems ise coşkun ve heyecanlı. Fakat şu da bir gerçek ki Şems gelmeseydi, Mevlana belki de babası gibi ikinci bir Sultan’ul Ulema olarak kalacaktı. Belki Feridüddin-i Attar hazretlerinin Mantıku’t Tayr gibi Mesnevi hikayeleri yazılacaktı fakat, coşkun şiirler yazılmayacaktı. Onlar mana yönünden birbirlerini tamamladılar.

Hz.Mevlana “ Şu dünyada gördüğümüz tenlerimiz, vücutlarımız, bizim gölgelerimizdir. Biz aslında bu gölgelerin ötesinde yaşıyoruz” diye buyurmaktadır. İşte Mevlana ile Şems, birbirlerinin maddi varlıklarının ötesinde bulunanı gördüler ve onu sevdiler.

Nezaket ve sabrıyla Mevlana sonunda hemşehrilerinin çirkin davranışlarını gemlemeyi başardı. Bu husus, daha ileri düzeyde özdeşleşme, aşk ve yeniden doğuş için bir ön gereklilikti. Bu dönemde içine döndü Mevlana. Bütünlüğe ulaşıncaya kadar lirik şiirleriyle dil onun bilinçaltının ortaya çıkışına vasıta oldu. Kelimeler onun düşüncelerini ifade edemediği için o, mecazlara ve hayal üsluplarına başvuruyordu. Her ne kadar akıl, Mevlana’nın kendisini gerçekleştirmesinde yönlendirici rolünü kaybetmişse de daha önceki etkisinin de bertaraf edilmesi gerekliydi. Mantığın sonluluk engelini, felsefenin ikiyüzlülüğünü ve akademik öğrenimden kaynaklanan kendini beğenmişliğini anlamak gerekiyordu. Mevlana’ya göre bu üç kaynak insana ne kesinlik sağlar, ne de bunlar onu hakikatin kaynağına götürür. Doğrusu, gerçeğin ortaya çıkmasıyla, düşünme kaybolur.

Mevlana, insanın hayatında aklın ortaya koyduğu çözümün sınırlı olduğunu ispat etmek için, bir kayığa binen ve kibirle kayıkçıya gramer bilip bilmediğini soran bir gramer aliminin hikayesini anlatır. Sorulan soruya cevaben, kayıkçı hayır anlamında başını sallar. Bunun üzerine alim: “Senin hayatının yarısı heba olmuş” der. Kayıkçı, bu karar üzerine bir müddet ciddi ciddi düşünür. Bu sırada çıkan bir fırtına kayığı girdabın kenarına sürükler. Alime doğru dönen kayıkçı sorar: “Yüzme biliyor musun?” “Hayır” der gramerci. Bunu üzerine kayıkçı: “Şimdi senin bütün hayatın heba olmuştur” der. Mevlana’ya göre kişi, sonsuz biçimde fırtınalı olan hayat denizinde iken tek başına akıl onu selamete götüremez. Yine aynı şekilde Mevlana, geleneksel hayatta, kendi kendisine yeterli kişiler tarafından vazedilen kanunların sınırlılıklarını kabul eder. Aklın ve zihnin, sadece kendileri için faydalı olanı aradığını belirtir. Mevlana’ya göre zihin ve akıl yürütme insana rehberlik etmez; sadece insanın kendini bir nebze tanımasına yardım eder, bütün benliğini değil…Mesnevi’de bununla ilgili anlatılan bir hikayeyi burada paylaşmak yerinde olacaktır.

Bir deveci, devesine iki çuval yükler, kendisi de üzerine binerek yola koyulur. Yolda, üstü başı perişan bir filozofa rastlar. Laf arasında filozof, bedeviye sorar:
- Devenin üzerindeki çuvallarda ne var?
Bedevi :
- Birinde buğday dolu, diğerinde kum.
- Neden kum doldurdun?
Bedevi cevap verir:
- O çuval boş kalmasın, devenin üzerinde dengeyi tutsun diye…
Filozof bedeviye:
- “Akıllık edip de buğdayın yarısını bir çuvala, diğer yarısını da öteki çuvala koysaydın, hem devenin yükü hafiflerdi, hem de çuvalların” der. Bedevi bu fikri çok beğenir.
- “Hakkın var düşünemedim…” diyerek öyle yapar. Yapar ama, bu derece akıllı adamın haline şaşar. Nasıl olur da, bu akılla bu adam böyle perişan gezer, diye düşünür. Merakını yenemez ve sorar:
- Ey akıllı adam. Sende bu akıl, bu fikir varken, niye böyle yaya yürüyor, yoruluyorsun. Böyle bir akılla sen ya sultansın, ya da vezir. Doğru söyle nesin sen?
Filozof cevap verir:
- İkisi de değilim, halktan bir kimseyim.
Bedevi tekrar sorar:
- Kaç deven, kaç öküzün var?
- Hiç
- Peki, bari dükkanlarındaki mal ne, onu söyle.
- Benim ne dükkanım, ne yerim, ne yurdum var. Ben filozofum.
- O halde kaç paran var?
- Ne parası, ekmek alacak param bile yok. Yalın ayak, baş kabak dolaşır dururum. Bu kadar hikmet ve bilgiden ancak, hayal ve başağrısı elde ettim.
Bedevi, bu cevaba fena halde kızar:
- “Defol, uzaklaş yanımdan” der. Senin bilgin,nasihatın bana da zarar verir, başıma dert açar. Sen şu yoldan git, ben bu yoldan. Bir çuvalımda buğday, öbüründe kum olması, senin hikmetinden, boş ve faydasız felsefenden daha iyi…

*** Fikir ona derler ki, bir yol açsın . Yol ona derler ki bir gerçeğe ulaşsın. ..
En son Fikr(et) tarafından 25 Ara 2006, 16:32 tarihinde düzenlendi, toplamda 4 kere düzenlendi.

Fikr(et)

Mesaj gönderen Fikr(et) » 25 Ara 2006, 11:55

3.Bölüm

Resim

Buna benzer bir hikaye de Fihi Ma Fih’de yer almaktadır: Padişahın biri, oğlunu esrarengiz ilimlerle meşgul bir topluluğa verir. Amacı onun astroloji, reml gibi bilgileri öğrenip, gaipten haber verme, geleceği tahmin etme gibi sahalarda yetişmesini sağlamaktır. Çocuk son derece aptal yaratılışlı olmasına rağmen, becerikli hocaları onu çok iyi yetiştirirler ve gerekli bilgileri fazlasıyla öğretirler. Sonunda çocuk, o sahada tamamen üstad olarak babasının yanına döner. Bir gün padişah oğlunu imtihan etmek ister ve avucunun içine bir yüzük saklar.

- “Söyle bakalım, avucumda ne vardır?” diye sorar. Çocuk düşünür:
- “Avucundaki yuvarlak, ortası delik, sarı bir şeydir!” der. Padişah sevinir.
- Özelliklerini doğru bildin, şimdi de ne olduğunu söyle, deyince çocuk:
- “Avucundaki kalbur olması lazım!” der. Padişah çok üzülür ve şöyle söylemekten kendini alamaz:
- Aklı hayretler içinde bırakan bu kadar özelliği, bilgi ve tahsil sayesinde söyledin, fakat kalburun avuca sığmayacağına nasıl akıl erdiremedin evladım?

Mevlana şöyle devam eder: “Bunun gibi zamanımızdaki bilginler de kılı kırk yarıyorlar. Kendileri ile ilgili olmayan şeyleri pek iyi biliyorlar. Fakat önemli olan ve kendilerine her şeyden yakın bulunanı, yani kendi kendilerini bilmiyorlar…

Daha evvel bahsetmiş olduğumuz çeşitli engelleri ortadan kaldırıp toplumsal ‘ben’ faaliyetini durdurduktan ve bilinci boşalttıktan sonra Mevlana, öyle bir noktaya geldi ki, toplumsal benliği ölmüş, aklı geçici olarak atıl bırakılmış, Şems kaybolmuş ve bir oğul kurban verilmişti. Mevlana’nın kendisi, toplumsal prestijini ve sahip olduğu mal ve mülkü terk etmişti. Bütün bağlardan kurtulduktan sonra, yalnız kalmış ve şaşırmıştı. Şöhreti terk ettiği için insanların namında rezil olmuş gibi görünmekten çekinmiyordu. Ne barış, ne mücadele, ne padişah, ne dilenci, ne hizmetçi, ne efendi… Bu varlık düzeylerinin hiçbirinde bulunmadığından, o yalnızca kendini bulmak istiyordu. Onun huzursuzluğu huzur aradığı içindi. Şiirlerinde şaşkınlığını Divan-ı Şems’te şöyle ifade etmeye çalışmıştır:

Ne söylediğimi nasıl bilebilirim ki
Nasıl bilebilirim! Ben değilim, sonra benim.
Söylediklerimden dolayı beni yargılama
Çünkü hem şaşırmış durumdayım…hem kendimin farkında değilim.
Bazen ben (denizdeki) dalgadan daha yüksekteyim
Bazen de dalgaların altındayım, düşünce gibi karışık haldeyim.
Kafam karmakarışık uyanıyorum
Varlık düzeyim ne olursa olsun
Şunu söyleyebilirim ki ben yaşlandım
Ve ben hala bir çocuğum
Farkına varmış bulunuyorum fakat
Aynı zamanda sarhoşum


Bu beyitlerde, Mevlana’nın açığa çıkmak isteyen iki imajı tecrübe ettiğini gözlemleyebiliriz. Bu haldeyken Mevlana, toplumun kutbu olduğunu hatırlıyordu ve yine bu varlık düzeyindeyken Şems’in hayali göründü. Böylesine zihni karışmışken birçok şiirinde kendi varlığını sorguluyordu. Bu durumda Mevlana, yine Divan-ı Şems’te kararsızlığını ya tövbe veya tutarsızlık biçiminde ifade eder.

Eğer içimi kararsızlık duygusu kaplamışsa ben ne yapayım?
Bazen bu yolda sürükleniyorum bazen o yolda
……
Ben bir nefeste ateş gibiyim; öbüründe gümbürdeyen sel
Aslım nedir, ırkım ne? Hangi pazarda bir değerim var!
Bir nefeste ay ile birlikte hareket ederim, öbüründe Allah ile sarhoşum
Bir nefeste Yusuf ile kuyudayım salt felaketim
Öbüründe, bir devi haklarım bir nefeste
Öbür nefeste kızgın ve kederliyim, bütün bu hallrden uzağım
Çünkü ben yüce bir makamdayım


Bundan sonraki halini, zihninde beliren rahatsız edici hayalleri çizen, ancak Şems’in hayali görününce bunların hepsinden kurtulan bir ressam olarak tasvir eder:

Bir ressamım ben, resim yapıcı, her an güzel (bakıra) şekil veriri. Ve ondan sonra senin huzurunda hepsini eritirim onların. Yüzlerce şey hayal ederim ve ruh veririm onlara. Senin hayalini gördüğümde onların hepsini ateşe atarım.

Hz.Mevlana, Şems’in yaşadığından ümidini kesmiş, onu aramaktan vazgeçmişti. Şems’i artık ne Şam’da ne de başka yerde bulamayacağını anlamış da Sultan Veled’in dediği gibi onu kendi gönlünde, kendisinde bulmuştu.

Mevlana’nın Şems ile özdeşleşmesi, çok karışık bir özdeşleşme süreciydi. Bu özdeşleşme nasıl ve hangi süreçte gerçekleşmiştir? Mevlana halkın alkışlarından, dini otoritelerden, inançtan ve hatta Aristo mantığından kendisini soyutlama sürecinde çok sıkıntılıydı. Çünkü onun tek güvenliği Şems’in zihinsel varlık düzeyiydi. Ama o özdeşleşme sürecinin başında kısa bir yol takip etti. Çeşitli makamlardan geçmek için yıllar harcayacağına, özgün kişiliği, vukufunun derinliği ve samimiyeti sebebiyle amacı için yoğun bir duygu geliştirdi.
Belirgin olarak Şems’in ruhu daha sonra evrensel benlik ve en nihayet benliğin arkasındaki yaratıcı aşk olmaya çalıştı. Mevlana şiirlerine genellikle evrensel benliği aramakla başlar rahatlık ve iç huzura kavuşmak için Şems imajını hatırlayarak bitirir. Bunların bazılarında üstadı ile özdeşleşme fikrinde alabildiğine yoğunlaşmışken bazılarında mutedildir. Yoğunluk içeren beyitler, Mevlana’nın kendine fazla güvenmediği sırada yazılmış olanlar olup, bunlar onun özdeşleşmenin başında olduğunu ortaya koymaktadır. Bu birleşme, gerilimli başlayıp, o imajın dışında kalan her şeyi ortadan kaldırma ve sonunda yüceltilmiş birleşme makamına ulaşma biçiminde tedricen gerçekleşmiştir.

Birleşmenin başında Mevlana kendi ruhu ile Şems’in imajın arasında bir mesafenin olduğunu hisseder. Aynı şiir Şems’in Mevlana’ya verdiği büyük itibarı da ifade eder niteliktedir:

“Ben dünyada bir hiçim eğer arkadaşım olmazsan” dedim. Dedi: “Bir hiç olursan eğer bu dünyada, işte o zaman yüzümü açıkça görebilirsin. Benliğini kaybet eğer bunu istiyorsan; benliksizlikte varlık düzeyimi tanı.”
Dedim ki: “Senin tuzağında, senin kadehin olmadan nasıl benliği kaybedebilirim ki. Bana hayatın bedeli olarak bir kadeh sat. Ondan sonra pazarımda neler var onları gör”….
Meleklerin sarayında cennetin komutanı ol
Şimdi sırlarımın kalbinde hükümdarım ol
Neşeli bir raksla bahçemin sırlarına gir. Padişahım Şemseddin, Cebrail’in komutanı
Senden dolayı ruhum, senden dolayı hayatım ne kadar mutludur, ey bahçemin aydınlığı…


Mevlana’nın Şems ile birleşmek için duyduğu güçlü aşk, bu mesafeyi ortadan kaldırdı. Diğer yandan onu, aradığı anlamın dışında kalan her şeye karşı körleştirdi. O, Şems’i gökteki ve yerdeki her doğal nesnede gördü. O, sevgi sayesinde ve “yaradılışın esası birdir” tasavvufi anlayışıyla parçacığın (atomun) bütün ayrıntılarını inceleyerek, onu kendisine mâl etti. Sezgisel olarak her atomda onun esasının farkına vardı. İşte böyle dolaylı bir biçimde Mevlana evrenle kendisini bütünleştirdi ve insanlığın dışındaki çevreyi keşfetmeye başladı. Aynı tür özdeşleşme, onun her gayretinde davranış ve duygusunda ortaya çıkıyordu.

Ben başkanlarla konuştuğum zaman o üstaddır;
Kalbi aradığımda o sevgilidir.
Barış aradığımda o aracıdır.
Ben savaş alanına geldiğimde o hançerdir
Ben bir meclise girdiğimde o şarap ve tatlı meyvedir
Gül bahçesine gittiğimde zariftir
Madene gittiğimde o kırmızı akik ve yakuttur
Denize gittiğimde o incidir
Ben ovalarda iken o gül bahçesidir
Göğe çıktığımda o yıldızdır
Yükseklere çıktığımda o kaledir.
Ben üzüntüden yandığımda o buhurdanlıktır
Ben savaş zamanı savaşa hazırlandığımda, o hem görev başındaki subay hem de generaldir…
Sevgiliye bir mektup yazdığımda o mürekkeptir, hokkadır, kağıttır
Uyandığımda o benim zekamdır, uyuduğumda rüyam
Bir şiirde kafiye aradığımda, o hafızama kafiye bahşedendir
Onu hangi imajla düşünürsen düşün
O elinde fırçası olan ressamdır
Eğer hala üstün biri arıyorsan
O daha iyiden daha iyidir
Git, konuşmayı ve kitabı terk et çünkü
Onun kitap olması daha iyidir
Sus! Çünkü bütün altı taraf onun ruhudur
Ve bu altı tarafı geçtiğinde, işte o, orada yargıçtır.


Mevlana farklı türdeki duyguları Şems imajıyla karıştırıyordu. Mevlana böyle bir varlık düzeyini çok istiyordu, çünkü Şems’in kokusunu taşıyordu. Onların hayalleri iki ışığa benziyordu. Onlar bir araya gelince hiç kimse onları birbirinden ayıramıyordu.

Mevlana, kendin benliğine döndüğünde, kendi benliğinin özünde devamlı olarak şems’in kokusunu yakalıyordu. Onun ve Şems’in ayrı ayrı iki vücutta ancak bir ruh olarak yaşadıkları zaman hayatının en büyük anı olduğunu hissediyordu. Bu birleşmeyi sağladıktan sonra Mevlana, Şems’in imajının gözünde kıvılcım gibi çaktığını hissediyordu. Şems her neyi biliyorsa, kendisinin de bildiğini belirtiyordu. Aynı mihval üzere şöyle diyordu: “Her nefeste benim kalbimin rengi onun düşüncesinin rengini almaktadır.”Bu bensizlik birleşmesi, aşağıdaki satırlarda muazzam bir şekilde ifade edilmiştir:

Bizim ‘bizsiz’ seyahat ettiğimiz de oldu
Orada kalplerimiz ‘bizsiz’ çiçek açtı
Bizden saklanan şu ay, ‘biz ‘ olmadan yüzümüze yüz taktı
….
Biz daima şarapsız sarhoş olduk
Biz daima bizsiz mutluyuz
Bizi asla hatırlama
Biz, ‘bizsiz’ kendi hatıramızız
Biz, ‘bizsiz’ de mutluyuz
….
‘Biz’in varlığıyla Sultan Keykubat’ın kalbi köle olur
Eğer köle ‘bizsiz’ ise Sultan Keykubat olur


Hemen hemen on yıla yakın bir süre Mevlana, daha önceki tecrübesini ortadan kaldırarak ve Şems’in imajıyla birleşerek, kişiliğinde bir değişim yaşadı. Bütün evreni birbiri ile karşılıklı olarak ilişkilendiren, sevginin aktif gücü olduğunu gördü. Eğer biz bu görüntüler aleminin örtüsünü kaldırır ve yaratılışın derinliklerine gidersek, o kendisini kolaylıkla açığa çıkarır. Çünkü insanla sona eren şekli, o şekillerin karşılıklı ilişkisini ve insan dünyasının ortaya çıkışını yarattı. Sonuç olarak gelişmeyi, bu yoğun sevgi gücüne oturtmayı başaran Mevlana, sevginin gelişme ve değişmeyi meydana getirdiğini söylemiştir. Bu sebeple, onun vardığı sonuçlardan biri de aşık ve maşuk’un aşktan meydana gelmiş olmasıdır.
Mevlana aynı zamanda insanın aşkı meydana getirdiğini ifade eder, fakat işin gerçeği, yaratıcı anlamda, aşk onu meydana getirmiştir. Mevlana aşkta büyümüştür. Sahi aşk nedir? Mevlana’ya göre aşk tanınması en zor olan kavramdır. İnsan hayatı boyunca aşk, eylemin, davranışın ve yaratmanın esasıdır. Aşk, çocuğun hayatını koruyan ve onu büyüten şeydir. Aşkın, akıldan daha üstün olduğunu söyler. Divan-ı Şems’de şöyle der:

Akıl bilmemektedir ve sevgi dininde kaybolmuştur;
Ancak o, dinin bütün mezheplerinin farkında olabilir.


Aşk, çocuğun hayatını koruyan ve onu büyüten şeydir.
Aşk, gazabı merhamete dönüştürür. Ölüleri hayata döndürür.
Aşk bütün mezheplerin ötesinde bir dindir, ayrılığı azaltır, insanlar arasında birlik oluşturur. Çünkü din, temeli aşktan kaynaklanan bir özellikten doğar.
Aşk renksizdir. Şekillerin ve sayıların arkasındaki harekettir. Bu şekilde aşk, tek amacı oldu. O sevme sanatını uygulamalı olarak yaşıyordu. Bu varlık düzeyinde Mevlana kendisini kalbin, aklın ve ruhun üstünde görüyordu.

Şems’den sonra Mevlana’ya, gönül dostu, can aynası Konyalı Kuyumcu Selahattin Hazretleri oldu. Mevlana onunla manevi yalnızlıktan kurtuldu, huzur ve sükuna kavuştu. Kuyumcu Selahattin ümmiydi ancak Mevlana onu kendi yerine halife olarak seçmiştir. Kuyumcu Selahattin hazretlerini vefatının ardından bu kez Çelebi Hüsamettin hazretleri Mevlana’ya yoldaş olmuştur. Mevlana’nın Çelebi Hüsamettin ile sohbet günlerinin en güzel yadigarı Mesnevi-Şerif olmuştur. Gurbet içinde gurbette geçen 66 yılın sonunda Konya’da mana alemine gurup etmiştir.

Dünya’dan ve dünyalıklardan yüz çeviren Hz.Mevlana, evinde bir şey bulunmadığı zaman sevinir, “Allah’a şükürler olsun, bugün evimiz peygamberin evine benzedi” derdi. Bütün dünyada, kölelerin, cariyelerin hayvanlar gibi para ile alınıp satıldığı ve bu insanların evlerde, bahçelerde, tarlalarda, her türlü işlerde kullanıldığı bir devirde yaşadığı halde, “Bende, köle yaratmayan bir Allah’a iman var” inancına sahip biriydi. “Dinin, inancın cazibesine kapılıp, ibadetten zevk alan, Hakkı gönlünde bulan bir ümmi, şüpheler, tereddütler içinde kıvranan alimden daha değerlidir” demiş, kalp temizliğine çok önem vermiştir. Bir gün Mevlana hazretleri, şehrin içinden çıkıp gelen bir ırmağın kenarında bulunan tabakhanenin kapısı önünde durmuştur. Şehrin içinden gelen su, tabakhaneye dökülüyor ve oradan çıkıp akıyordu. Mevlana, bu suyun son derece bulanık ve kirli olduğunu görünce, suya uzun uzun bakıp “Ey zavallı su, git de bu şehir halkının kalplerinden geçmediğine şükret. Eğer onların kalplerinden geçseydin, ne kadar kirleneceğini görürdün! Umulur ki tertemiz olan Hak, kendi arı ve duruluğu ile seni bu kirlilikten kurtarsın” dedi.
En son Fikr(et) tarafından 25 Ara 2006, 16:33 tarihinde düzenlendi, toplamda 5 kere düzenlendi.

Fikr(et)

Mesaj gönderen Fikr(et) » 25 Ara 2006, 11:57

4.Bölüm

Resim

Bir gün dostlarından birinin canının sıkkın olduğunu gören Mevlana “Dünyanın bütün can sıkıntısı, bu dünyaya gönül verme neticesindedir. Bu dünyadan azad olduğun, kendini bu dünyada garip bir kişi olarak bildiğin, baktığın, gördüğün güzel renklerin, güzelliklerin, tattığın zevklerin kalmayacağını, her şeyin gelip geçici olduğunu, senin başka bir yere gideceğini bildiğin an, can sıkıntısından kurtulursun. Ne mutlu o insana ki hikmet ehli ile oturur, mağrur kişilerle değil. Kendilerini hakir ve zelil gören kişilerle düşer kalkar” dedi. Ve yine demiştir ki “Hürriyetini elde eden kurtulmuş olgun kişi, başkasının kendisini incitmesinden incinmeyen kimsedir. Yiğit o dur ki; incinmeyi hak edeni, kırılmaya layık olanı dahi incitmeyen kırmayan kimsedir.”

Yeri gelmişken Mevlana’da insan kavramına da bakmamızda fayda olacaktır. Tasavvufta insan konusunu, Mevlana’yı da içimize iyice sindirerek, temel noktalarını da göz ardı etmeksizin şöyle değerlendirebiliriz:
İnsanoğlu, vasati bir ortamın geliştirdiği bir varlıktır. Yani birbirinden ayrı öğeleri derleyip toplayan, birleştiren ve mutlu bir yerde buluşturan bir “ortamın” varlığıdır. İnsan bir polarite alanıdır ve tevhid o alanda tecelli eder. İnsan, hayvandan daha sapık ve şaşkın olabilmektedir (Araf, 179). Fakat şeref yönüyle de meleklerin üstüne çıkabilmektedir. Nietzsche “Hayvan olmak için mükemmel olmak lazım” der. İnsan eksiksiz hareket sergileyen bir ‘mükemmel’ değildir. Hep düşer, kalkar, hep isyan eder, fakat onun değeri de buradandır. Bu saptamayı şu hadiste de görmek mümkündür: “Eğer günah işlemeseydiniz, Allah sizi yok eder, yerinize günah işleyip tövbe eden bir topluluk getirirdi” (Müslim, tövbe, 11-Tirmizi, Cennet, 2)
Mevlana “Mahluktan şikayet, Halik’den şikayettir…” diyerek her şeyin yaratıcıdan geldiğini ifade etmektedir.

Mevlana Hak’dan yüz çevirenleri Kabe’nin huzurunda kıble arayan kimselere benzetir ve “Bu kıyaslar, bu araştırmalar, bulutlu günde, yahut geceleyin kıbleyi bulmak içindir. Fakat güneş doğmuş, Kabe karşıdayken bu kıyası, bu araştırmayı bırak, arama. Kıyas yüzünden Kabe’yi görmezlikten gelme, ondan yüz çevirme” uyarısında bulunup, aklın yerinde kullanılmasını da ifade etmiştir.

Yine Mevlana’ya göre hayatın anlamını kavrayabilmek için, şekli ve sureti aşmak, Hakk’ı hakikati görmek, O’na yönelmek, şom nefsin parmaklarını gönül gözünün üstünden kaldırmak gerekir. O, suretin bir ölçü olmadığını “Eğer insan suretle insan olsaydı, Ahmed’le Ebu Cehil müsavi olurdu” diyerek dile getiren Mevlana hakikatin görülmesinin önemini ve nasıl görülebileceğini ise: “Kimin kalbinde kapı açılırsa, gönül göğünde yüzlerce güneş görür. Fakat iki parmağını iki gözünün üstüne koy. Bir şey görebilir misin? İnsaf et. Sen göremiyorsun diye bu dünya yok değildir” der keza ona göre “Göz de dostu gören gözdür” ancak. O’na göre dünya-insan ilişkisi, gemi ile su arasındaki ilişki misalidir. Bunlardan biri yoksa, beklenilen faydayı sağlamak açısından diğeri de bir anlam ifade etmez. Nasıl ki geminin fonksiyonunu icra etmesi, yol alması, menziline ulaşması, üzerinde bulunduğu suya bağlıysa ve onsuz olmuyorsa, insan için de dünya ve dünya hayatı da böyle bir hayati öneme sahiptir.

Ve bir zorunluluk olarak, geminin yolu deryadan, insanın yolu dünyadan geçmektedir. İşte bu zorunluluk ve bağımlılık beraberinde bir takım önlemlerin alınması mecburiyetini getirmiştir. Bunlar, suyun geminin altında olması, hiçbir şekilde onun içine sızmaması gibi değişmez şartlardır. Aksi halde gemiyi yüzdüren ve onu menziline ulaştıran su, bir yolunu bulur da içeri sızar ve geminin içine girerse bu kez o gemiyi batırır, onun helakına neden olur. İşte dünya da insan için böyledir.
Dünya bir araç olarak kullanılmalı asla bir amaç halini almamalıdır.
Dünya hırsıyla herkesin birbirini yiyip bitirdiği şu günlerde, içimizdeki zehirlere tek panzehir, karanlıklara bir ışık, ayrılıklara bir mutluluk getirebilme umuduyla Mevlana’yı “Yaşayan Mevlana” durumuna getirmek aynı zamanda kendi ruh dünyamızı aydınlatacak kandili tutuşturmak anlamına gelecektir…


[Sen anılması güzel olan bir söz ol… Çünkü insan, kendisi hakkında söylenilen güzel sözlerden ibarettir]

Fikr(et)'den...













KAYNAKÇA

1. Mevlana ve Eflatun, Şefik Can, Okul Yayınları, 2004, İstanbul
2. Aşkta ve Yaratıcılıkta Yeniden Doğuş, A.Reza Arasteh, Kitabiyat Yayınları, 2003, Ankara
3. Mevlana ile İlgili Yazılardan Seçmeler, Vedat Genç, Çağdaş Yazarlar Dizisi, 1994
4. Mevlana’dan Düşünceler, Mehmet Demirci, Akademi Kitapevi, 1997, İzmir
5. Mevlana’da İnsan Olmak, Zekai Yiğitler, İnsan Yayınları, 2004
6. Mesnevi, Mevlana
7. Fihi Ma Fih, Mevlana
8. İbtidaname, Sultan Veled
9. Mevlana Celaleddin Rumi’nin Hayata Bakışı, Erhan Yetik, Tasavvuf Dergisi, Eylül 2005,

Kullanıcı avatarı
Sümeyra
Süper üye
Süper üye
Mesajlar: 612
Kayıt: 25 Eyl 2006, 21:35
Konum: İstanbul

Mesaj gönderen Sümeyra » 26 Ara 2006, 07:03

Ellerinize sağlık çok güzel bir derleme olmuş , zevkle ve merak içinde okudum. O güzel sultanların düşünce ikliminin kıyısıda dahi olsa dolaşabilmek nasibimiz ola. En büyük gaye ki o ola, benliğimizi tanımak ve eğitmek.
Tasavvuf anlatımıyla;

Kendini bilme ( Rabbini bilmenin ilk basamağı - ene'nin yaratılış hakikâti ,) sonrasında nefsi tezkiye ve tasfiye etmek. Kulluk basamaklarını tırmanışın özeti belki :)

Bu seyr-i hayırla yaşayanlardan ve tamamlayabilenlerden olmak duası ile .
Allah (c.c) razı ve memnun olsun efendim...

Cevapla